Türkiyenin En Komik Mizah Blogu(O kadar da komik değil)
Bir şeyler yazıyoruz işte...(Nokta nokta nokta olmazsa olmaz)
24 Nisan 2014 Perşembe
Blogların Efendisi: Kralın Dönüşü
Uzun süredir yazı yazmıyordum, çok da niyetli değildim esasen, lakin elektrikler kesilip yapacak bir şeyler kalmadığında hadi yazayım bari dedim. İlk cümlemden sonra ne çok bağlaç kullanıyorum ya, artık kısa cümleler kuracağım dedim kendi kendime sonra "Şebnem Ferah mısın oğlum sen kendine gel" minvalinde bir düşünce aldı aklımı, ve Orhan Pamuk olmaya karar verdim. Orhan Pamuk örneği tabi ki kurulmuş bir örnekti, gündem malumunuz, başbakanımızın açıklamaları falan, Orhan Beyle paralelleşiyor lakin bizim Osmanlıcı başbakanımız yanlış Orhan Beyi örnek almış galiba, buradan kendisini uyaralım "senin örnek almak istediğin bu değil, GERÇEK ORHAN BEY BU DEĞİL, temiz bi 650 sene önce öldü seninki". Bu arada 650'yi salladım da güzel tutturmuşum adam 652 sene önce vefat etmiş, Mevlüt okuyan hocalar gibi kendisine ve bilimum vefat etmiş devlet büyüğümüze rahmet dileyelim ve dualarımızı yollayalım. Genelde yazılara başlık düşünmem ama, bu sefer şak diye aklıma ilk gelen ismi koydum, hem günün anlam ve önemine de uygun oldu. Şimdi Yüzüklerin Efendisi benzetmesi yapınca Smeagol'suz olmaz, beni uzaktan uzaktan sinsi sinsi takip etmeniz dolayısıyla hepiniz birer Smeagol'sunuz gözümde, ayağınızı denk alın! Böyle de dengesizliklerin adamıyım adeta turşu yedikten sonra içilen boza gibiyim, ki sık sık yaparım, beyaz peynirle yenen nutella ona keza... Örnekler çoğaltılabilir, bu tarz saçmalıkların bazıları da tutar, mesela hepiniz vişne reçelini beyaz peynirle denemişsinizdir diye tahmin ediyorum ve çok da sevdiğinizi düşünüyorum açıkçası, çünkü konuştuğum herkes "aaa ben çok severim ama garip olduğundan kimseye söyleyemezdim" tandanslı cevaplar veriyor, siz de tabi toplumsal bariyerler sebebiyle bu güzel lezzeti etrafınıza tanıtamıyorsunuz. Toplum önümüze bir set mi yoksa aşılması gereken bir bariyer mi? (Şu sıralar zor basan "R" harfi sebebiyle Aziz Yıldırım halet-i ruhiyesindeyim o sebeple biraz sonra "3 Temmuz süeci bizlee kuulmuş bi komploduv" yazabilirim) Yıllardır tartışılagelmiş bir konudur aslında bu, bir tarafta gelenekçiler vardır, bir tarafta da "batının ahlaksızlığından" yana olanlar. Gelenekçi olmayanları şipşak etiketledim, en sevdiğim şeydir etiketlemek, ama bu etiketler tamamen ben inandığım için böyle, yoksa hiçbir sebebi yok. Nihayetinde bir hayat yaşıyoruz herhangi bir şeye kafa yormaya gerek yok yeaaa diyen "Carpe Diem-Bob Marley kırması" gençler bir tarafta "bizim örfümüz var adetimiz var yiğenim" diyen dayılar bir tarafta, toplumda çoğunluk olan "yiğenim diye konuşan dayılar"ın oranı eğitim seviyesi yükseldikçe azalırken Bob Marley gençliği arttıkça artıyor, tam bu noktada yanlış yüzyılda doğduğum gerçeğiyle yüzleşiyorum, dünya ne kadar kötüye gidiyor zerre farkında değiliz tabi, bir kere ahlaki dejenerasyonda had safhadayız öyle ki Japonya'da yeni trend sevgililerin birbirlerinin gözlerini yalaması, nereye gidiyoruz siz bir oturun düşünün. Bu ve bunun gibi 969399393 tane saçmalığın içine bir de dünyadaki %2 zenginin dünya gelirlerinin %60ınden fazlasını elinde bulundurması, en alttaki %50'nin de payının sadece %1 civarında seyretmesi katıldığında, durumumuzun çok acı olduğunu görüyoruz. Yazının konusuyla alakalı komik anekdotumuzu da anlatmadan bitirmeyelim yazıyı, çocukluğumuzda top oynarken ara sıra köşedeki kahveye uğrayan bağrı açık beyaz gömlekli Abdurrahman Abi'yi uzun zamandır kahvede görmüyordum, geçen gün Taksim'de yürürken Abdurrahman Abi'yi gördüm, makyaj, jartiyer, kırmızı bir ruj falan, kırıta kırıta yürüyor, aklıma bir Taksicinin anlattığı anekdot geldi "devir çok kötü abicim ya geçen gün bir tanesi geldi makyajlı falan ama adam afedersin yani, muhabbet açıldı falan niye yapıyorsun diye sordum, kızım yapacağına ben yapayım dedi." herkes ekmek parası peşinde, anekdotception oldu bu da, neyse, dünya vahşileşiyor kendinize dikkat edin ahali, gözlerinizden öpüyorum.
14 Ekim 2013 Pazartesi
Nostalji Hep Satar(1.Bölüm)
Belirli bir zaman bu yazıya konu bulmak için düşündüğümde nostaljinin hep satacağı kanısına vardım. Şöyle ki 80 yaşında dedeler "nerede o eski bayramlar" der, 90'ları çocuk olarak geçirmiş nesil, Atari, cipsten çıkan pokemon tasosu, okulun önündeki satıcının sattığı bilimum hırdavat(örneğin sümük gibi mor bir sıvının içindeki korkunçlu göz) falan gibi şeylere özlem duyar. Neticede herkes kaybettiği geçmişine özlem duyuyor bu konuda hem fikiriz. Ben de biraz 2000'lerin başlarında yaşadığım komik çocukluk hikayelerimi özetleyeyim dedim bu yazıda, herhalde iyi ettim.
Sıcak mı sıcak yaz gününde sokakta maç yapılıyor, yine "topunuzu keserim dağılın" diyen teyzeler mi dersiniz, arabasına top çarpıp alarmı ötünce hemen cama çıkan pimpirikli dayılar mı dersiniz ne arasanız var, yani klasik "çocuklar için sinir bozucu mahalle." Teyzenin biri menapozu iyice abartmış sanırım "sizin kafanızdan aşağı kaynar su dökeceğim yeter be" diye bağırdı apartmanın en üst katından, yukarıdan konuşmak kolay tabi, kadın içeri girdi elinde kettle ile cama çıktı, "defolun dökerim yoksa" dedi, bunun üzerine ben de "bekle ablacığım şurada bakkaldan üçü bir arada alayım geliyorum" dedim. Abla sinirden çılgına dönmüştü, biz gülüyoruz eğleniyoruz arkadaşlarla falan 10 dakika falan geçti, kadın cadı Cruella(101 Dalmaçyalıyı alıkoyan karı) gibi yamuk yumuk saçlarıyla "allah belanızı versin puşt pezevenkler sizi" diye geliyor, topuklamaya dünden razı arkadaşları çok hızlı koşmamaları konusunda uyardım, bu durumda teyze için hep yakalama ihtimali olacaktı, koştukça koşacaktı peşimizden ne plan ama... Mahalle de açık hava tımarhanesi anasını satayım kocasını gömmüş 65+ teyzeler tazecik çocukların neşesini çekemeyip böyle pisleşiyor işte. Neyse kadın bizi bir 5 dakika kovalayıp "alllllah belanızı versin, yer yarılsın içine girin e mi!" tarzı beddualarla evinin yolunu tuttu.
Bizim için gün yeni başlıyor tabi adrenalin bağımlısı olmuşuz 12 yaşında anasını satayım, 1-2 km yol tepip su balonu satan bir yerden bütün günlük harçlıklarımızla 30 tane falan su balonu almıştık, en can alıcı noktaya gelmiştik, o ufacık balonlar nerede doldurulacak? Apartmanın hortumunu kullanarak 10 balonu feda edip 5 tane su balonu elde etmiştik sonunda ki bölüm sonu canavarımız apartman yöneticisi yaşlı teyze belirdi, "napıyorsunuz bakayım siz orada" (arkadaşlara hemen kaybolun işareti yapılır) "ellerimi yıkıyordum yönetici teyze" "çocuk oyuncağı değil o" bu diyalog sonrası sessizce ortamı terk ettim, elimizde 20 şişmemiş 5 tane de şişmiş su balonu vardı, şimdi sıra bu balonlarla ne yapılacağına karar vermekteydi, ben direk atıldım "camı açık evlerden içeri atalım derim ben" dedim. Bizim mahalleden uzak evi seçtik falan tam atmaya hazırlanıyoruz, benim içime sinmedi "arabalara atalım lan" dedim. Dostlar sağolsun kırmadılar mahalle çıkışındaki ara yola pusuduk, camı açık gelen ilk araba hedefimizdi, ve evet geliyordu camı açık bir araba, heyecandan bacaklarım titredi "bekleyin, bekleyin, bekleyin, atış!" dedim ve 5 su balonu arabaya doğru yolculuğa çıktı 2 tanesi camdan içeri girip patladı anlayabildiğim kadarıyla, diğerleri de arabanın muhtelif yerlerinde patladılar. Ani ve acı bir fren sesi balonların patlamasını izledi, 30 küsür yaşlarında bir herif indi aşağı hayvan gibi sinirli surat kıpkırmızı "neredesiniz uleeeyn" falan diye bağırıyor, sonra sevgilisi indi yüz kıpkırmızı makyaj falan hep akmış üstü sırılsıklam, biz de başladık kaçmaya, adam kovalıyor falan, birkaç apartmanın bahçesinden dolanıp arabayı gören gizli bir yere konumlandık, adamın eli kalbinde nefes nefese galiz küfürler ederek arabasının önüne geldi, arabayla bastı tam gidecek biz çıkış rotamızı çizip adamın önüne çıkıp "lalalalalalal" falan diye bağırdık herifin inesi geldi arabadan kaçtığımızı görünce küfrede ede gitti arabasıyla.
Çocukluk anılarımdan oluşan bu yazı da böylece bitti, bunun bir de ikinci bölümünü yazmayı planlıyorum, böyle çeşitli haylazlıklarımla sizi meşgul edeceğim, haydi kalın sağlıcakla!
Sıcak mı sıcak yaz gününde sokakta maç yapılıyor, yine "topunuzu keserim dağılın" diyen teyzeler mi dersiniz, arabasına top çarpıp alarmı ötünce hemen cama çıkan pimpirikli dayılar mı dersiniz ne arasanız var, yani klasik "çocuklar için sinir bozucu mahalle." Teyzenin biri menapozu iyice abartmış sanırım "sizin kafanızdan aşağı kaynar su dökeceğim yeter be" diye bağırdı apartmanın en üst katından, yukarıdan konuşmak kolay tabi, kadın içeri girdi elinde kettle ile cama çıktı, "defolun dökerim yoksa" dedi, bunun üzerine ben de "bekle ablacığım şurada bakkaldan üçü bir arada alayım geliyorum" dedim. Abla sinirden çılgına dönmüştü, biz gülüyoruz eğleniyoruz arkadaşlarla falan 10 dakika falan geçti, kadın cadı Cruella(101 Dalmaçyalıyı alıkoyan karı) gibi yamuk yumuk saçlarıyla "allah belanızı versin puşt pezevenkler sizi" diye geliyor, topuklamaya dünden razı arkadaşları çok hızlı koşmamaları konusunda uyardım, bu durumda teyze için hep yakalama ihtimali olacaktı, koştukça koşacaktı peşimizden ne plan ama... Mahalle de açık hava tımarhanesi anasını satayım kocasını gömmüş 65+ teyzeler tazecik çocukların neşesini çekemeyip böyle pisleşiyor işte. Neyse kadın bizi bir 5 dakika kovalayıp "alllllah belanızı versin, yer yarılsın içine girin e mi!" tarzı beddualarla evinin yolunu tuttu.
Bizim için gün yeni başlıyor tabi adrenalin bağımlısı olmuşuz 12 yaşında anasını satayım, 1-2 km yol tepip su balonu satan bir yerden bütün günlük harçlıklarımızla 30 tane falan su balonu almıştık, en can alıcı noktaya gelmiştik, o ufacık balonlar nerede doldurulacak? Apartmanın hortumunu kullanarak 10 balonu feda edip 5 tane su balonu elde etmiştik sonunda ki bölüm sonu canavarımız apartman yöneticisi yaşlı teyze belirdi, "napıyorsunuz bakayım siz orada" (arkadaşlara hemen kaybolun işareti yapılır) "ellerimi yıkıyordum yönetici teyze" "çocuk oyuncağı değil o" bu diyalog sonrası sessizce ortamı terk ettim, elimizde 20 şişmemiş 5 tane de şişmiş su balonu vardı, şimdi sıra bu balonlarla ne yapılacağına karar vermekteydi, ben direk atıldım "camı açık evlerden içeri atalım derim ben" dedim. Bizim mahalleden uzak evi seçtik falan tam atmaya hazırlanıyoruz, benim içime sinmedi "arabalara atalım lan" dedim. Dostlar sağolsun kırmadılar mahalle çıkışındaki ara yola pusuduk, camı açık gelen ilk araba hedefimizdi, ve evet geliyordu camı açık bir araba, heyecandan bacaklarım titredi "bekleyin, bekleyin, bekleyin, atış!" dedim ve 5 su balonu arabaya doğru yolculuğa çıktı 2 tanesi camdan içeri girip patladı anlayabildiğim kadarıyla, diğerleri de arabanın muhtelif yerlerinde patladılar. Ani ve acı bir fren sesi balonların patlamasını izledi, 30 küsür yaşlarında bir herif indi aşağı hayvan gibi sinirli surat kıpkırmızı "neredesiniz uleeeyn" falan diye bağırıyor, sonra sevgilisi indi yüz kıpkırmızı makyaj falan hep akmış üstü sırılsıklam, biz de başladık kaçmaya, adam kovalıyor falan, birkaç apartmanın bahçesinden dolanıp arabayı gören gizli bir yere konumlandık, adamın eli kalbinde nefes nefese galiz küfürler ederek arabasının önüne geldi, arabayla bastı tam gidecek biz çıkış rotamızı çizip adamın önüne çıkıp "lalalalalalal" falan diye bağırdık herifin inesi geldi arabadan kaçtığımızı görünce küfrede ede gitti arabasıyla.
Çocukluk anılarımdan oluşan bu yazı da böylece bitti, bunun bir de ikinci bölümünü yazmayı planlıyorum, böyle çeşitli haylazlıklarımla sizi meşgul edeceğim, haydi kalın sağlıcakla!
1 Ekim 2013 Salı
Çok Konulu(Okulda Bir Gün)
Uzun süredir yazı yazmıyorum, bu istikrarsızlık 6 günde bildiğim bütün komik materyali tüketişimden öne geliyor olabilir, ama olmayabilir de gayet tabi, bunu okuyucumun kararına bırakıyorum. Küreselleşen dünyada, yok ya burada olmazdı o başka bir yerde kullanabilirsiniz not alın, bu kalıpla başlayınca insanların sizi bir şeylere vakıf sanma ihtimali yüksek. Malum okul başladı, ben kendime 2 hafta daha tatil verdim ki vermez olaydım, Cristiano Ronaldo karşısında ter döken Tavşanlı Linyit Spor defansı misali başım döndü maçta, pardon derste. Ne terminolojiler oturmuş, ne laflar dönmüş siz düşünün. Hoca bir soru sordu bütün sınıf melün melün bakıyor hocaya kurbanlık koyun gibi ve her zamanki gibi sınıfın "farklı"sı olmayı başararak atladım soruya sesimi tok ve kalın bir şekle sokarak birkaç fiyakalı cümle kurdum, sınıf öyle baktı ne diyor lan bu dercesine, hoca; çok güzel düşünmüşsün evladım aferin minvalinde bir şeyler söyledi, ben de önümdeki kağıda karaladığım abuk subuk şeylere geri döndüm.
Ufak bir defterim var bir arkadaşımın hediye ettiği, gömlek cebine girmelik bir defterden bile küçük defter demeye bin şahit lazım neyse ona yazıyorum bir şeyler harıl harıl sayfa çeviriyorum, öndeki kız "not mu alıyorsun buna aa ne şekermiş" dedi. "Yok şeker değil ya ne şekeri" diyesim geldi ama demedim tabi. "yok ya ne notu ben not almam ki şöyle böyle" falan diye salladım bir şeyler hakikaten de not almam, yani "not alan" "not almayan" yazılarını peşin satan veresiye satan resminin üstüne yazsanız garanti "not almayan"daki üzgün dayı olurum. Neyse nerede kalmıştım okul boktandı yani çok sıkıcı bir tane şişman asistan geldi ikinci derse 3 ingilizce kelimeyi(ikisi the ve a olmak üzeri) eeee aaaa diye diye 12 saniyede falan söylüyor. Neyse arkamda da Polonya'dan Erasmus öğrencileri birkaç onlara salça oldum bahislerden öğrendiğim takımların isimlerini saydım umarsızca o futbol takımlarının bir şehir takımı olmasını düşleyerek, tabi ilk saydıklarım Krakow ve Varşova'ydı, neyse Varşova'dan geliyorlarmış, dedim azime bak arkadaş insanlar gezeceğim diye Varşova'dan kalkıp buraya geliyor ortam da ne ortam... Ben önümü dönüp sırada uyuklamaya henüz başlamışken hoca Türkçe bir şekilde gürüldemeye başladı, "ben bunları zaten biliyorum, ben paramı yine alırım, şu yaşa gelmişsiniz cıx cıx cıx istemeyen varsa çıksın yeter artık beee!" demekle birlikte masaya sert bir şekilde kalemle vurarak mini cinnetini bitirdi, o sırada lise yıllarıma açılan bir zaman tüneline girdim sanki, sohbet ederken matematik hocası dinlemeyecekseniz çıkın dışarı arkadaşlar diyor ben çıkıyorum hoca da nereye hoop diyip bir kriz geçiriyor ve bu dersteki nutukları atıyor. Neyse ki bu seferki bağırış çağırışın müsebbibi ben değilim. Hoca bağırmasını bitirdiğinde başka bir şey geldi aklıma, Erasmus'çularla empati yaptım, düşünsenize Polonya'ya Erasmus'a gitmişsiniz dersi %90eee aaa %9 İngilizce anlatan bir adam var, ama durun burası değil olay, geri kalan %1'i matematiği iyi olanlar merak etmeye başladı sanırım, o %1'in Lehçe "zdrpnyczkya szcynszy gebrtszk posmtrji..." falan diye bir bağırma olduğunu düşünün. Bunun üzerine hocanın yüzüne baka baka kahkaha atmış bulundum, sinirli sinirli baktı kafamı gömdüm uyudum..
Yazılara başlarken konu belirtmiyorum genellikle, dolayısıyla Çok konulu diye başladığım yazıyı parantez içerisinde okulda bir gün olarak değiştirmeyi planlıyorum, ilk başlıksa RT ikinci başlıksa FAV, işin şakası bir yana hikayeme devam edeyim ben bu mini aradan sonra, okuldan dönüyorum bindim metrobüse uykulu ve inanılmaz yorgun bir şekilde binmeden önce buharsı su fışkırtan fışkiyelerle serinlemek oldukça hoşuma gitti, bu sene ilk kez okula ve "Avcılar Metrobus Station"a gittiğim için oldukça yeni ve orijinal geldi. Neyse içeri girdiğimde Grinin Elli Tonu okuyan 50'li yaşlarında gözlüklü full türbanlı bir abla gördüm, bir anda çorba tabağını yan yatırarak dibini sıyıramayacağım bir ciddiyetin içerisinde buldum kendimi. İnsan genelde sevgilisiyleyken, iş yemeklerinde, yeni tanıştığı insanlarlayken düşer bu ciddiyete. Sevgilisiyleyken? Bir insan neden sevgilisiyleyken kendi gibi davranamaz, en samimi olmanız gereken insanla belki de en uzaksınızdır. Bence bir insanı tanımak istiyorsanız onun en yakın arkadaşlarıyla konuşmalısınız aksi takdirde persona maskeleriyle karşılaşırsınız. Persona deyince biraz da kültürlenin persona eski yunanda takılan tiyatro maskeleri "personality" yani kişilik de oradan geliyor. Uzun oldu sanırım günü tamamlayayım, her zamanki gibi metrobüs durağı ile ev arasındaki BİM'e girip 1 profiterol 2 paket de dondurulmuş mısır aldım, yolda profiterolü canavar gibi yedim, eve geldim mısırları buzluğa yattım uyudum. Bonus; uyuyorken vız vız bir sesle uyandım. Gözlerimi açmaya imtina ediyorum, ses arttıkça kulağıma doğru hızlıca bir tokat indiriyorum, ses yine artıyor yine tokadı basıyorum, açtım gözümü ışığı açtım hiçbir yerde sinek falan yok, uyudum bir uyandım her tarafım sinek ısırığı, sinek ilacı bitince böyle oldu işte --SON--
Ufak bir defterim var bir arkadaşımın hediye ettiği, gömlek cebine girmelik bir defterden bile küçük defter demeye bin şahit lazım neyse ona yazıyorum bir şeyler harıl harıl sayfa çeviriyorum, öndeki kız "not mu alıyorsun buna aa ne şekermiş" dedi. "Yok şeker değil ya ne şekeri" diyesim geldi ama demedim tabi. "yok ya ne notu ben not almam ki şöyle böyle" falan diye salladım bir şeyler hakikaten de not almam, yani "not alan" "not almayan" yazılarını peşin satan veresiye satan resminin üstüne yazsanız garanti "not almayan"daki üzgün dayı olurum. Neyse nerede kalmıştım okul boktandı yani çok sıkıcı bir tane şişman asistan geldi ikinci derse 3 ingilizce kelimeyi(ikisi the ve a olmak üzeri) eeee aaaa diye diye 12 saniyede falan söylüyor. Neyse arkamda da Polonya'dan Erasmus öğrencileri birkaç onlara salça oldum bahislerden öğrendiğim takımların isimlerini saydım umarsızca o futbol takımlarının bir şehir takımı olmasını düşleyerek, tabi ilk saydıklarım Krakow ve Varşova'ydı, neyse Varşova'dan geliyorlarmış, dedim azime bak arkadaş insanlar gezeceğim diye Varşova'dan kalkıp buraya geliyor ortam da ne ortam... Ben önümü dönüp sırada uyuklamaya henüz başlamışken hoca Türkçe bir şekilde gürüldemeye başladı, "ben bunları zaten biliyorum, ben paramı yine alırım, şu yaşa gelmişsiniz cıx cıx cıx istemeyen varsa çıksın yeter artık beee!" demekle birlikte masaya sert bir şekilde kalemle vurarak mini cinnetini bitirdi, o sırada lise yıllarıma açılan bir zaman tüneline girdim sanki, sohbet ederken matematik hocası dinlemeyecekseniz çıkın dışarı arkadaşlar diyor ben çıkıyorum hoca da nereye hoop diyip bir kriz geçiriyor ve bu dersteki nutukları atıyor. Neyse ki bu seferki bağırış çağırışın müsebbibi ben değilim. Hoca bağırmasını bitirdiğinde başka bir şey geldi aklıma, Erasmus'çularla empati yaptım, düşünsenize Polonya'ya Erasmus'a gitmişsiniz dersi %90eee aaa %9 İngilizce anlatan bir adam var, ama durun burası değil olay, geri kalan %1'i matematiği iyi olanlar merak etmeye başladı sanırım, o %1'in Lehçe "zdrpnyczkya szcynszy gebrtszk posmtrji..." falan diye bir bağırma olduğunu düşünün. Bunun üzerine hocanın yüzüne baka baka kahkaha atmış bulundum, sinirli sinirli baktı kafamı gömdüm uyudum..
Yazılara başlarken konu belirtmiyorum genellikle, dolayısıyla Çok konulu diye başladığım yazıyı parantez içerisinde okulda bir gün olarak değiştirmeyi planlıyorum, ilk başlıksa RT ikinci başlıksa FAV, işin şakası bir yana hikayeme devam edeyim ben bu mini aradan sonra, okuldan dönüyorum bindim metrobüse uykulu ve inanılmaz yorgun bir şekilde binmeden önce buharsı su fışkırtan fışkiyelerle serinlemek oldukça hoşuma gitti, bu sene ilk kez okula ve "Avcılar Metrobus Station"a gittiğim için oldukça yeni ve orijinal geldi. Neyse içeri girdiğimde Grinin Elli Tonu okuyan 50'li yaşlarında gözlüklü full türbanlı bir abla gördüm, bir anda çorba tabağını yan yatırarak dibini sıyıramayacağım bir ciddiyetin içerisinde buldum kendimi. İnsan genelde sevgilisiyleyken, iş yemeklerinde, yeni tanıştığı insanlarlayken düşer bu ciddiyete. Sevgilisiyleyken? Bir insan neden sevgilisiyleyken kendi gibi davranamaz, en samimi olmanız gereken insanla belki de en uzaksınızdır. Bence bir insanı tanımak istiyorsanız onun en yakın arkadaşlarıyla konuşmalısınız aksi takdirde persona maskeleriyle karşılaşırsınız. Persona deyince biraz da kültürlenin persona eski yunanda takılan tiyatro maskeleri "personality" yani kişilik de oradan geliyor. Uzun oldu sanırım günü tamamlayayım, her zamanki gibi metrobüs durağı ile ev arasındaki BİM'e girip 1 profiterol 2 paket de dondurulmuş mısır aldım, yolda profiterolü canavar gibi yedim, eve geldim mısırları buzluğa yattım uyudum. Bonus; uyuyorken vız vız bir sesle uyandım. Gözlerimi açmaya imtina ediyorum, ses arttıkça kulağıma doğru hızlıca bir tokat indiriyorum, ses yine artıyor yine tokadı basıyorum, açtım gözümü ışığı açtım hiçbir yerde sinek falan yok, uyudum bir uyandım her tarafım sinek ısırığı, sinek ilacı bitince böyle oldu işte --SON--
30 Ağustos 2013 Cuma
Yabancı Şarkı Sözlerinin Anlamsızlığı
Yeterli yabancı dil bilmediğimden mi, ki biliyorum, gavurların beyni farklı işlediği için midir bilinmez yabancı şarkıların sözleri alabildiğine anlamsız olur genelde. Bu bahsettiğim alakasızlık durumu genellikle rock-metal şarkılarında belli ediyor kendini. Sözgelimi efsane olmuş bir rock şarkısının nakaratındaki sözlerin anlamı şu minvalde bir şeyler olabiliyor;
İlk doğan tek boynuzlu at
Sert bir soft porno
Kaliforniyalılaşma rüyası.
Bizde böyle bir şarkı yapılsa "porno morno ne diyor bu lavuk" ya da "at diyor, porno diyor nedir necidir lan bu adamlar" derler. Derler derken biraz yanlış bir anlatım kullandım ben de derim o ne abuk bir şarkı sözü, resmen bilinçaltına tecavüz etmek için programlanmış. Bu "kerameti kendinden menkul şeyh"imsi arkadaşlar bir şeyler saçmalıyor ama kendileri de bilmiyor ne saçmaladıklarını, not: bahsi geçen şarkıyı en az 100 kez falan severek dinlemişimdir.
Bir de şarkının sözüyle müziğinin hiç birbirini tutmadığı şarkılar var Swedish House Mafia grubunun "Don't you worry child" adlı şarkısı özlenen aile hayatından dem vurarak başlıyor sonra aşk acısına kadar gidiyor "babam bana dediydi ki; üzülme oğul, cennetin seninle ilgili planları var." falan diye de bir nakarata sahip, herhalde şarkıyı bilmeyen biri olarak bu şarkıyı acılı keman darbeleri eşliğinde söylenen bir şarkı olarak betimlediniz ama o da nesi! Şarkı tam bir kop-kop şarkısı hap atıp çılgınlar gibi dans eden elemanlar bu şarkıyı dinleyerek eğleniyor...
Tabi ki bu şarkıcı abilerin de, şarkılarını çok sağlam kafalarla yazdığını düşünmek biraz fazla iyimserlik olur. Arkadaş, adam atıyor hapı, çekiyor esrarı abuk subuk şeyler yazıyor, yancıları da ayıp olmasın diye "abi şokgözel olmuş" diyor. Bizim şarkıcı eleman alıyor gazı "tabi lan ne de güzel yazmışım, hem ben sanatçıyım tabi saçmalayacağım, Picasso da saçmalamıştı, büyük adamlar saçmalar" tribine girip yaptığı şeyi içselleştirip herkese karşı savunmaya başlıyor, bu noktada bütün müzik piyasası "aaa börnink encıls solisti sıkaypi fütürist bir şarkı yazmış hadi biz de yapalım" diyor ve olaylar bu noktalara kadar geliyor.
Şarkının sözüyle müziğinin alakası olmaması durumuna bir çözüm getirmeye çalışıyorum da... Aklıma tek bir şey geliyor şarkıyı yazan grup elemanı arkadaş grubun dominant adamı olur genelde, Amerikan filmlerinde görüyorsunuz işte klasik. Bu arkadaş lise günlüğünden kopan bir sayfayı şarkı sözü diye yazdığı sayfayla karıştırıyor sözlerin bestelenmesi işlemi başladıktan sonra da hem ok yaydan çıktığı için hem de grubun önünde karizma çizilmesin diye durumu kotarmaya çalışıyor bu sözleri besteliyor. Diğer grup elemanları da zavallılar reisten çekindikleri için ağızlarını açamıyorlar, sonra da böyle abuk subuk şarkılar oluyor.
Bu kadar saçma düşüncelerimi deklare ettim ya daha da gam yemem, bunlar hep benim bir hayal ürünüm yalnız, sonra "biz lisede grup kurmuştuk hiç de öyle bir şey yok tamam mıaa" diye gelmeyin bana, şüphem yok sizler de temiz çocuklarsınız, ben sadece tahminlerimi anlatıyorum özetle; "elçiye zeval olmaz, kaybolun!" Her yazı sonrası bir ders veriyordum ben, bu yazımızdan da çıkartmanız gereken ders "dünya saçma sapan bir yer siz de saçmalarsanız belki bir gün 11 yaşında bebelerin idolü olabilirsiniz" olacaktı. Bir de geçen yazıda sizi bir yerden sınav falan yapacaktım ama unuttum bak, "hoca bugün yokmuş" diye sınıfa koşup erteletin o sınavı.
İlk doğan tek boynuzlu at
Sert bir soft porno
Kaliforniyalılaşma rüyası.
Bizde böyle bir şarkı yapılsa "porno morno ne diyor bu lavuk" ya da "at diyor, porno diyor nedir necidir lan bu adamlar" derler. Derler derken biraz yanlış bir anlatım kullandım ben de derim o ne abuk bir şarkı sözü, resmen bilinçaltına tecavüz etmek için programlanmış. Bu "kerameti kendinden menkul şeyh"imsi arkadaşlar bir şeyler saçmalıyor ama kendileri de bilmiyor ne saçmaladıklarını, not: bahsi geçen şarkıyı en az 100 kez falan severek dinlemişimdir.
Bir de şarkının sözüyle müziğinin hiç birbirini tutmadığı şarkılar var Swedish House Mafia grubunun "Don't you worry child" adlı şarkısı özlenen aile hayatından dem vurarak başlıyor sonra aşk acısına kadar gidiyor "babam bana dediydi ki; üzülme oğul, cennetin seninle ilgili planları var." falan diye de bir nakarata sahip, herhalde şarkıyı bilmeyen biri olarak bu şarkıyı acılı keman darbeleri eşliğinde söylenen bir şarkı olarak betimlediniz ama o da nesi! Şarkı tam bir kop-kop şarkısı hap atıp çılgınlar gibi dans eden elemanlar bu şarkıyı dinleyerek eğleniyor...
Tabi ki bu şarkıcı abilerin de, şarkılarını çok sağlam kafalarla yazdığını düşünmek biraz fazla iyimserlik olur. Arkadaş, adam atıyor hapı, çekiyor esrarı abuk subuk şeyler yazıyor, yancıları da ayıp olmasın diye "abi şokgözel olmuş" diyor. Bizim şarkıcı eleman alıyor gazı "tabi lan ne de güzel yazmışım, hem ben sanatçıyım tabi saçmalayacağım, Picasso da saçmalamıştı, büyük adamlar saçmalar" tribine girip yaptığı şeyi içselleştirip herkese karşı savunmaya başlıyor, bu noktada bütün müzik piyasası "aaa börnink encıls solisti sıkaypi fütürist bir şarkı yazmış hadi biz de yapalım" diyor ve olaylar bu noktalara kadar geliyor.
Şarkının sözüyle müziğinin alakası olmaması durumuna bir çözüm getirmeye çalışıyorum da... Aklıma tek bir şey geliyor şarkıyı yazan grup elemanı arkadaş grubun dominant adamı olur genelde, Amerikan filmlerinde görüyorsunuz işte klasik. Bu arkadaş lise günlüğünden kopan bir sayfayı şarkı sözü diye yazdığı sayfayla karıştırıyor sözlerin bestelenmesi işlemi başladıktan sonra da hem ok yaydan çıktığı için hem de grubun önünde karizma çizilmesin diye durumu kotarmaya çalışıyor bu sözleri besteliyor. Diğer grup elemanları da zavallılar reisten çekindikleri için ağızlarını açamıyorlar, sonra da böyle abuk subuk şarkılar oluyor.
Bu kadar saçma düşüncelerimi deklare ettim ya daha da gam yemem, bunlar hep benim bir hayal ürünüm yalnız, sonra "biz lisede grup kurmuştuk hiç de öyle bir şey yok tamam mıaa" diye gelmeyin bana, şüphem yok sizler de temiz çocuklarsınız, ben sadece tahminlerimi anlatıyorum özetle; "elçiye zeval olmaz, kaybolun!" Her yazı sonrası bir ders veriyordum ben, bu yazımızdan da çıkartmanız gereken ders "dünya saçma sapan bir yer siz de saçmalarsanız belki bir gün 11 yaşında bebelerin idolü olabilirsiniz" olacaktı. Bir de geçen yazıda sizi bir yerden sınav falan yapacaktım ama unuttum bak, "hoca bugün yokmuş" diye sınıfa koşup erteletin o sınavı.
28 Ağustos 2013 Çarşamba
Klimasız Hayat
Ağustosun bitimine doğru yaklaşırken "havaların serinledi artık buzluğu açıp kafamı sokmak gibi şeyler düşünmek zorunda değilim oh be!" diye düşünmüştüm dün, bugün Mikail(aleykümselam) yine "bugün ne giysem" yarışmacıları kadar kararsız olduğunu gösterdi bana, oturduğum yerler açık hava fırını gibiydi maşallah, vücudumun her yeri şıpır şıpır terliyor ve o terler tişörtümde benim diyen ebru sanatçısına taş çıkartacak desenler oluşturuyor... Klimasız yaşamak böyle zor bir şey işte, ha diyeceksiniz "eskiden klima mı vardı?" ben de önce "sınav sırasında hocayla göz göze geldikten sonra bir şey düşünüyormuş gibi yapıp tavana bakan bir öğrenci" edasıyla düşüneceğim, düşünmeden olur mu hiç! Hakikaten haklısınız lan galiba, siz kimsiniz ki iyice şizofren oldum bak kendi kendime sorular sorup "aa doğru lan" triplerine giriyorum. Bu düşünce teatrisi sonrası aklıma geçenlerde İzmir'den gelirken bindiğim uçak geldi, yapacak hiçbir şey olmadığı için mal mal etrafa bakınıyorum, gözüm uçağa takıldı "ulan insanoğlunun geldiği hale bak" dedim, 5000 sene önce götüne giymeye donu olmayan biz insanlar bayağı bayağı uçan bir şey yapmıştık, oldukça garip geldi tabi, nereden nerelere! Dünyadaki bütün bilgiler sıfırlansa ve pratik bilgi sahibi insanlar uzaylılar tarafından kaçırılsa ne olur diye düşündüm bir an, niye böyle şeyler düşünüyorsun manyak mısın diye soracaksınız, vallahi ne deseniz haklısınız ben de durup dururken böyle şeyler düşünen bir insan görsem ben de şizofren damgasını basardım amma ve lakin durum çok farklı, dediğim şey gerçekleşse biz şehirli insanlar ateş yakacak çakmağı icat edemeyip soğuktan donarak ölürdük. Şöyle bir geriye doğru baktım da yazı resmen Discovery Channel'daki "How to make xxxx?" tarzı programların viral reklamı gibi olmuş, ama hiçbir alakam yok cidden vallahi, sadece teknolojik şeylerin basit çalışma prensiplerini bilmemiz güzel bir şey bence, aksi takdirde ıssız adaya düştüğümüz an bittik lan böceklere yem oluruz yemin ediyorum. Neyse bu yazı da kısa olsun, zaten hiç yazasım yoktu, hatta ilk etapta yazı olarak "YAZI MAZI YOK DAĞILIN!" yazıp paylaşmayı düşündüm, her gün 50 paragraf döşeyecek halim yok, bir sonraki yazıya kadar öğrenin bu prensipleri, akıllı olun sınav yapacağım yarın! Haydi kalın sağlıcakla.
27 Ağustos 2013 Salı
Enstrüman Çalmak(Çalışkanlar daima kazanır)
Demin çok zor parçalar çalan bir gitar virtüozünün bir şarkısını dinliyorum, her zamanki gibi "kolay lan çalarım aslında" düşüncesi hasıl oldu, aldım gitarımı elime, 1 saat falan debelendim durdum, şarkının 7 saniyelik kısmını akıcı bir biçimde çalabildiğimi fark ettim, hayatta da her şey kolay geliyor insana ama kazın ayağı hiçbir zaman öyle değil tabi. Dersler falan da öyle mesela, pek başarılı bir okul hayatım yoktu, eğitim hayatımda ilk darbeyi anasınıfında yedim! Ne kadar trajikomik değil mi? Anaokulu karneleri dağıtılmış herkes birbiriyle şakalaşıyor eğleniyor hepsinin karnesinde 5(yazıyla beş) adet yıldız var benimse karnemde 3 yıldız var. Arıyorum tarıyorum bir 4 yıldızlı bulur da kendimle birlikte aşağı çekerim diye ama yok yok yok! Öyle ki sandalyelerin üstüne beraber tutkal sürdüğümüz arkadaşlarım bile patlatmış 5 yıldızı. Şimdi düşünüyorum da o kadın bana gıcıktı zaten, bir de elebaşılığın cezasını çekmiş olmam oldukça olası. Neyse ilkokul başladı falan yine en sevdiğim saat beslenme saati olmak üzere her gün ruh gibi gidip geliyorum okula, verilen ödevleri yapıyormuş gibi yapıp derin hayallere dalıyorum falan... Allahı var okumayı sökmek konusunda pek bir sorun yaşamadım hatta 1.sınıfın ikinci dönemi gibi falan fişler çok aptalca gelmeye başlamıştı. Neyse ilkokul bir solukta bitti hiçbir şey bilmiyorum tabi, hocanın veline imzalatıp getir dediği sınav kağıtlarından birini geçen gün salondaki büfenin arkasında buldum "Geçmez" yazmış çapraz bir şekilde bir de altına çizgi çekmiş, klasik öğretmen.
Ortaokula başladım, benden büyük arkadaşlar kendi aralarında ortaokulun ne kadar da zor olduğuna dair derin mülahazalarda bulunuyorlar,(anafen günlerimi hatırlayıp Fethullah'ın kelimelerine sardım, iyi işlemiş adamlar bilinçaltını vallaha) bir tanesi "hocalar çok hızlı yazıyor tahtaya sonra da kısa bir sürede siliyor" demiş bulundu, zaten not almakla aram yoktu, tek bir defteri her gün götürüp getirirdim, kara kara düşünür olmuştum, sanki ortaokula değil Survivor adasına gidiyordum öyle bir korku sardı beni, neyse pazartesi ilk ders resimdi soft bir başlangıç gibi geliyor insana, öyle de aslında, ama gel gelelim hocamız kendisini işine biraz fazla kaptırmış, anlatıyor da anlatıyor yok natürmort şöyledir yok perspektif şöyle alınır, 12 yaşında velet lan karşındakiler ne bu tripler? Neyse başladı bir şeyler çizdirmeye ilk dersten, ben tabi her zamanki beceriksizliğimle yamuk yumuk bir şeyler çiziyorum, ilk günden nefret ettim dersten, sonraları "beni köpek kovaladı dışarıda bekliyor" falan gibi yaratıcı bahanelerle eve dönüp ilk dersi atlatmaya başladım, bazen internet kafeye falan gidiyordum, resimden kurtulmuştum o çocuk yaşımda herhangi bir şey beni daha fazla tatmin edemezdi herhalde.(öğlen yemeklerinde yediğim 1.000.000 tllik tavuk döner+ayranı hariç tutuyorum)
Ortaokul da hızlıca geçti ama oldukça eğlenceliydi mesela cuma günleri son tenefüste zebellah gibi 3 arkadaş birbirimizi koridorda toplaşan gruplara doğru ittiriyorduk, tabi bowling labutu gibi devriliyordu zavallılarım, gözlüğü kırılan mı dersin ayağı incinen mi... Notlar hala rezil tabi veli toplantısı kağıdı dağıtılırken yaşadığım telaşı ölüm tehlikesi geçirsem yaşamam herhalde. Binbir taklayla 7.sınıfın 1.dönem sonuna kadar derslerimin iyi olduğuna, her şeyin güllük gülistanlık olduğuna ailemi inandırmıştım, zaten abim de oldukça başarılı olduğu için çocuğun başarılı olması hiç garipsenecek bir şey değildi onlar için bir aferin deyip geçiyorlardı. Karne alındığı gün sonra alırım diye gitmez sonra da almazdım, sorulduğunda "çok iyi bir tane dördüm var geri kalan hepsi beş" diye cevap verirdim, halbuki karne iddaa kuponu gibi 1'ler 2'ler cirit atıyor resim beden müzik dışında 3'ün üstünde not yok. Neyse ortaokul bitiyor lise sınavına girilecek 5.00'lık inek arkadaşlar hocaların umudu bana da tam eşek muamelesi yapılıyor, bir kişi beklemez anadolu lisesi kazanacağımı, sınava girildi, hocaların nefret ettiği 0 çeker dediği haylaz üçlünün üçü de ortalama üstü anadolu liselerine yerleşti, 5.00'lıklar bakırköy kız teknik meslek lisesi falan e mutluyum tabi, ama bir de burukluk var ilkokul mezuniyet ortalamam 2.8 olduğu için Hüseyin Çelik tarafından çıkartılan ilkokul başarı puanı mağduru oldum 500 üstünden 30 puanımı öyle gasp ettiler ama ona rağmen 5.00'lıkları sollamışım, onun da keyfi ayrı tabi.
Liseye geçildi ilk iki sınav fizik 88 tarih 100 "ulan Yağız makus talihin dönüyor galiba" diye geçirdim içimden ama demeye kalmadan edebiyattan 12 aldığımı öğrendim, ciddi bir motivasyon kırıklığı oldu, eski günlere dönüş falan tabi, hiç tınlamamaya başladım yine ruh gibi okula gidip geliyorum, kitap yok defter bir tane ona da karikatür çiziyorum derslerde.(çöp adam daha makul bir tanım olurdu) Sonunda karnem gerçekten İddaa kuponuna doğru evrilmişti, artık sıfırlar da vardı! "1,0,2"nin muhteşem dengesi, tam ideal bir İddaa kuponuydu lisedeki karnelerim, sınav haftaları sabah okula gidip uykulu uykulu "bugün ne sınav vardı ya" diyip çalışkan arkadaşları rahatsız ederdim, 10-15 dakika vicdan rahatlatmalık çalışıp girerdim sınava tabi hiçbir şey bilmeyince insan, 10-15 dakika çalıştığında ne çalıştığını da anlamıyor, neyse nerelerdeeen nerelere, ben ne diyordum, hayatta her şey göründüğü gibi kolay değil, aynı şeyi okulun her dönemi bittiğinde "bu sefer temiz bir sayfa açıyorum abi, bütün dersler 5 olacak görün siz keşke şu 1'ler 2 olsaydı da 5 alınca 3,5'tan 4 gelirdi" dediğimiz zaman da birçok kez yaşadık, ya da vizeye finale sınavdan hemen önceki gece çalışmaya başladığımız zaman, neticede bu dünya çalışkanlar için yaratılmış, biz tembellere yer yok, çalışkansan kazanıyorsun, tembelsen de böyle blog yazıp kendi mantalitenle dalga geçiyorsun...
Ortaokula başladım, benden büyük arkadaşlar kendi aralarında ortaokulun ne kadar da zor olduğuna dair derin mülahazalarda bulunuyorlar,(anafen günlerimi hatırlayıp Fethullah'ın kelimelerine sardım, iyi işlemiş adamlar bilinçaltını vallaha) bir tanesi "hocalar çok hızlı yazıyor tahtaya sonra da kısa bir sürede siliyor" demiş bulundu, zaten not almakla aram yoktu, tek bir defteri her gün götürüp getirirdim, kara kara düşünür olmuştum, sanki ortaokula değil Survivor adasına gidiyordum öyle bir korku sardı beni, neyse pazartesi ilk ders resimdi soft bir başlangıç gibi geliyor insana, öyle de aslında, ama gel gelelim hocamız kendisini işine biraz fazla kaptırmış, anlatıyor da anlatıyor yok natürmort şöyledir yok perspektif şöyle alınır, 12 yaşında velet lan karşındakiler ne bu tripler? Neyse başladı bir şeyler çizdirmeye ilk dersten, ben tabi her zamanki beceriksizliğimle yamuk yumuk bir şeyler çiziyorum, ilk günden nefret ettim dersten, sonraları "beni köpek kovaladı dışarıda bekliyor" falan gibi yaratıcı bahanelerle eve dönüp ilk dersi atlatmaya başladım, bazen internet kafeye falan gidiyordum, resimden kurtulmuştum o çocuk yaşımda herhangi bir şey beni daha fazla tatmin edemezdi herhalde.(öğlen yemeklerinde yediğim 1.000.000 tllik tavuk döner+ayranı hariç tutuyorum)
Ortaokul da hızlıca geçti ama oldukça eğlenceliydi mesela cuma günleri son tenefüste zebellah gibi 3 arkadaş birbirimizi koridorda toplaşan gruplara doğru ittiriyorduk, tabi bowling labutu gibi devriliyordu zavallılarım, gözlüğü kırılan mı dersin ayağı incinen mi... Notlar hala rezil tabi veli toplantısı kağıdı dağıtılırken yaşadığım telaşı ölüm tehlikesi geçirsem yaşamam herhalde. Binbir taklayla 7.sınıfın 1.dönem sonuna kadar derslerimin iyi olduğuna, her şeyin güllük gülistanlık olduğuna ailemi inandırmıştım, zaten abim de oldukça başarılı olduğu için çocuğun başarılı olması hiç garipsenecek bir şey değildi onlar için bir aferin deyip geçiyorlardı. Karne alındığı gün sonra alırım diye gitmez sonra da almazdım, sorulduğunda "çok iyi bir tane dördüm var geri kalan hepsi beş" diye cevap verirdim, halbuki karne iddaa kuponu gibi 1'ler 2'ler cirit atıyor resim beden müzik dışında 3'ün üstünde not yok. Neyse ortaokul bitiyor lise sınavına girilecek 5.00'lık inek arkadaşlar hocaların umudu bana da tam eşek muamelesi yapılıyor, bir kişi beklemez anadolu lisesi kazanacağımı, sınava girildi, hocaların nefret ettiği 0 çeker dediği haylaz üçlünün üçü de ortalama üstü anadolu liselerine yerleşti, 5.00'lıklar bakırköy kız teknik meslek lisesi falan e mutluyum tabi, ama bir de burukluk var ilkokul mezuniyet ortalamam 2.8 olduğu için Hüseyin Çelik tarafından çıkartılan ilkokul başarı puanı mağduru oldum 500 üstünden 30 puanımı öyle gasp ettiler ama ona rağmen 5.00'lıkları sollamışım, onun da keyfi ayrı tabi.
Liseye geçildi ilk iki sınav fizik 88 tarih 100 "ulan Yağız makus talihin dönüyor galiba" diye geçirdim içimden ama demeye kalmadan edebiyattan 12 aldığımı öğrendim, ciddi bir motivasyon kırıklığı oldu, eski günlere dönüş falan tabi, hiç tınlamamaya başladım yine ruh gibi okula gidip geliyorum, kitap yok defter bir tane ona da karikatür çiziyorum derslerde.(çöp adam daha makul bir tanım olurdu) Sonunda karnem gerçekten İddaa kuponuna doğru evrilmişti, artık sıfırlar da vardı! "1,0,2"nin muhteşem dengesi, tam ideal bir İddaa kuponuydu lisedeki karnelerim, sınav haftaları sabah okula gidip uykulu uykulu "bugün ne sınav vardı ya" diyip çalışkan arkadaşları rahatsız ederdim, 10-15 dakika vicdan rahatlatmalık çalışıp girerdim sınava tabi hiçbir şey bilmeyince insan, 10-15 dakika çalıştığında ne çalıştığını da anlamıyor, neyse nerelerdeeen nerelere, ben ne diyordum, hayatta her şey göründüğü gibi kolay değil, aynı şeyi okulun her dönemi bittiğinde "bu sefer temiz bir sayfa açıyorum abi, bütün dersler 5 olacak görün siz keşke şu 1'ler 2 olsaydı da 5 alınca 3,5'tan 4 gelirdi" dediğimiz zaman da birçok kez yaşadık, ya da vizeye finale sınavdan hemen önceki gece çalışmaya başladığımız zaman, neticede bu dünya çalışkanlar için yaratılmış, biz tembellere yer yok, çalışkansan kazanıyorsun, tembelsen de böyle blog yazıp kendi mantalitenle dalga geçiyorsun...
26 Ağustos 2013 Pazartesi
Kültür Şoku
Derin bir kültür şoku sardı şu sıralar benliğimi, mesela demin Guthrie Govan dinliyordum, oradan Soner Sarıkabadayı'dan Kutsal Toprak'a geçtim, onunla eğleniyorum, televizyonda da Kırkpınardan Eurosports'un meşhur hiçbir anlamı olmayan aristokrat sporlarından biri olan curlinge geçtim, beynim fin hamamı sonrası şok havuzuna girmiş gibi yani. Eurosports sporlarına gelirsek hepinizin malumu bu sporlar, snooker bilardo, curling, bilimum bisiklet yarışları, atlar için engelli atlama pistleri ve bilimum saçma sapan sporlar, bir insan bunları izlerken nasıl heyecanlanabiliyor onu anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum. Tour de France'ı ele alalım yüzlerce adam onlarca gün boyunca mal gibi pedal çeviriyor, arkada da iki entelektüel bozması kardeşimiz "gerçekten müthiş bir mücadele" falan diye verdikçe veriyor gazı, bizim entelektüel gözükmeye niyetli genç dimağlarımız da "ooof Tur dö Fırans çook heycanlı geççiyor ağbiiii" kafasına giriyor. Bu da böylece gidiyor... Bildiğin manyağın biri "bunları izlemek sizi elit gösterecek" diyor ve insanlar elit gözükmek için Tur dö fırans izliyor.
Hele o Eurosports spikerleri, bir tanesi Galatasaray Lisesi mezunu frankofon bir "abi"miz neyse, pisikletçiler Paris'te dönüyor falan sanırsam, abimiz sürekli olaya müdahil oluyor işte Paris'in şurası güzeldir Paris'e geldi mi ciğer kebap şurada yenir falan... Sonunda kameralar Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı François Hollande'ye dönüyor ve sevgili yarı Fransız abi "ooo Holand başkan da geldi" diyor, nereden bu samimiyet abim? Bunun üzerine ben ne yaptım? Tabi ki koşa koşa Eurosports binasının önüne gidip Fransız bayrağı yaktım, yok lan ne uğraşacağım, o kadar azimli bir adam olsam niye blog yazmakla uğraşayım şurada, gider para karşılığı El Kaide eylemi falan yapardım.
Yazıyı toparlayıp çıkarılması gereken dersleri sıralarsak, "realite, entelijans, spontane" falan gibi kelimeler kullanan iki spor(!!) spikerine kanıp abuk subuk şeylere vaktinizi harcamayın, spor dediğin bisiklet binmekle olmaz, olur da sizin izlemenize gerek yok onu, çok mu vaktiniz var, açın Cristiano Ronaldo'nun, Messi'nin, Bale'ın, Zidane'ın videolarını izleyin Youtube'dan, en olmadı 98 Dünya Kupasını izleyin açıp, bakın Zidane neler yapmış, zaman öldürmeye iş mi yok güzünüzü seveyim, hepsi canınızı sıkarsa komik video izleyin iyi bir çocuk olursanız sağdan tıklaya tıklaya "Songül Karlı Sütyensiz" videosunu bile bulabilirsiniz...
Hele o Eurosports spikerleri, bir tanesi Galatasaray Lisesi mezunu frankofon bir "abi"miz neyse, pisikletçiler Paris'te dönüyor falan sanırsam, abimiz sürekli olaya müdahil oluyor işte Paris'in şurası güzeldir Paris'e geldi mi ciğer kebap şurada yenir falan... Sonunda kameralar Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı François Hollande'ye dönüyor ve sevgili yarı Fransız abi "ooo Holand başkan da geldi" diyor, nereden bu samimiyet abim? Bunun üzerine ben ne yaptım? Tabi ki koşa koşa Eurosports binasının önüne gidip Fransız bayrağı yaktım, yok lan ne uğraşacağım, o kadar azimli bir adam olsam niye blog yazmakla uğraşayım şurada, gider para karşılığı El Kaide eylemi falan yapardım.
Yazıyı toparlayıp çıkarılması gereken dersleri sıralarsak, "realite, entelijans, spontane" falan gibi kelimeler kullanan iki spor(!!) spikerine kanıp abuk subuk şeylere vaktinizi harcamayın, spor dediğin bisiklet binmekle olmaz, olur da sizin izlemenize gerek yok onu, çok mu vaktiniz var, açın Cristiano Ronaldo'nun, Messi'nin, Bale'ın, Zidane'ın videolarını izleyin Youtube'dan, en olmadı 98 Dünya Kupasını izleyin açıp, bakın Zidane neler yapmış, zaman öldürmeye iş mi yok güzünüzü seveyim, hepsi canınızı sıkarsa komik video izleyin iyi bir çocuk olursanız sağdan tıklaya tıklaya "Songül Karlı Sütyensiz" videosunu bile bulabilirsiniz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)